Ripley, Ya Da: Patricia Highsmith’in Salyangozları
Tanju Baran yazdı: "Ripley, sinemanın edebiyat ve resim başta olmak üzere diğer disiplinlerle ilişkisini irdelemek için kusursuz bir örnek."
Bu yazı, tüm Ripley kitapları, filmleri ve dizileri hakkında sürprizbozan içermektedir.
I.
“Nazik değildi. Nadiren kibar davranırdı. Ve kendisini yakından tanıyan hiç kimse onu cömert bir kadın olarak nitelemezdi.”
Joan Schenker’in enfes Yetenekli Bayan Highsmith: Patricia Highsmith’in Gizli Yaşamı ve Önemli Yapıtları biyografisi bu cümlelerle açılır. 1921 yılında, Teksas’ta ailesinin ilk ve tek çocuğu olarak dünyaya gelen Patricia Highsmith hakkında yazılmış herhangi bir biyografide veya makalede farklı bir şey göremezsiniz. Patricia’nın yaşamına ve karakterine bakarak kendisini sevmek pek mümkün değildir. Kelimenin tam manasıyla “arızalı” biridir. Tüm bu arızaların merkezine, on iki yaşındayken kendisini bir yıllığına büyükannesine terk ederek “ihanet eden” annesini yerleştirir. Ömrü boyunca annesiyle savaşır, karakterindeki tüm kusurları ve sorunları annesine bağlar, buna cinsel kimliği de dahildir. Annesiyle evli olduğunu söyleyen şiirler, annesinin kalbini yerinden söktüğü öyküler yazan Patricia, terk edilmenin üstesinden gelemediğini belirterek, “Bu yüzden beni benzer şekilde incitecek kadınlar ararım,” der. Gerçekten de kendisini annesi gibi incitecek kadınları arar ama incinen hep hayatına giren kimseler olur. Aşk hayatının en hızlı olduğu 1940’lı yıllarda çılgın ve çileli bir hayat sürer. Güneyli, maskülen bir kadın olarak ergenliğinde eşcinselliğini gizlemek zorunda kalmıştır fakat ailesiyle sonradan taşındığı New York’ta, II. Dünya Savaşı’nın getirdiği bir özgürlük alanı bulur. Claude Levi-Strauss, Erich Fromm ve Hannah Arendt gibi Avrupalı göçmen entelektüellerin yerleştiği, bohem yaşamın merkezi Greenwich Village’de “kot pantolonlu kadınların girebildiği”, mafya tarafından korunan gay barlarda takılır. Çoğunlukla kendinden büyük kadınlarla birlikte olur. 450 sayfa günlük tuttuğu 1941 yılının 14 Nisan’ında, şu notu –Fransızca– düşer: “İki türlü iştahım var: Aşk ve düşünce için açlık duyuyorum.” Sürekli ret yiyen edebi denemeleri ve ileride hayatından bütün izlerini sileceği “önemli” işinin arasında bir aşktan diğerine yelken açar. Kurmaca eserlerinde karşımıza çıkacak karakter galerisini bu dönemki aşklarıyla doldurur. 1943 Mayıs’ında, tutku ve şiddet dolu bir aşk yaşayacağı Ressam Allela Cornell için günlüğüne “Allela’ya âşığım ve Tanrı onunla. O en iyisi,” yazar. Başka bir kadınla paylaşmak zorunda kaldığı Ressam Allela’da aşkı ve Tanrı’yı bulur (Koyu bir Hıristiyan’dır Patricia, sürekli Tanrı’yla ve İsa’yla konuşur, bu yıllarda Tanrı’yla tutuşacağı kavgasını hayatı boyunca sürdürecektir). Patricia’nın kendisi de ressamdır, yazmadığı zaman resim yapar, resim yapmadığı zaman yazar. Patricia sol eliyle çizerken yazılarını sağ elle yazar, solaktır fakat birçok konuda olduğu gibi bu hususta da kendisini tedavi etmeye çalışır. Birkaç yıla yayılan, fırtınalı birlikteliklerinin sonucunda Allela, 1946 yılında, nitrik asit içerek intihar eder. Hastanede aylar sürecek yaşam mücadelesi esnasında Allela, intiharının Patricia’yla ve onun kalbini kırmasıyla bir alakası olmadığı belirtir fakat Patricia kendini suçlar. Patricia çokeşliliğin sınırlarını zorlayan bir yaşam sürmektedir; Allela’yla beraberken veya Allela’nın öncesinde ve sonrasında hayatına bir sürü insan girer çıkar, bunların hatrı sayılır kısmının adıysa Virginia’dır. Alfred Hitchcock’un sinemaya uyarlayacağı, yayınlanan ilk romanı Trendeki Yabancılar’ı “Bütün Virginia’lara” adar fakat dönemin ikliminin etkisi sonucunda, editöryal dokunuşla Virginia’s, Virginians’a (Bakireler) dönüşür. O Virginia’lardan biri, Gigi, Allela’yla yakın tarihlerde intihar eder (1952 yılında, uzun yıllar beraber olacağı Sosyolog Ellen Hill de Patricia’nın günlüklerine kendisi hakkında yazdıklarını okuyunca intihar edecektir). Gigi kurtulur fakat aylardır intiharın etkileriyle boğuşan Allela hayatını yitirir. Allela’nın Patricia üzerinde kalıcı etkileri olur. Ripley serisinin ikinci kitabı Ripley Yeraltında’da, bir galeride sahte resimleri satılan ölü ressam Derwatt’ı Allela’dan –ve Hermann Göring’i sahte Vermeer tablolarıyla dolandıran Hans van Meegeren’den– esinle yaratır. Allela’nın atölyesinde gördüklerini Derwatt’a uyarlayan Patricia, yitirdiği aşkını kopyalamakla da yetinmez ve Allela’yı, ölümden dönen İsa figürünü benzetir. Allela’nın ardında bıraktığı eserler arasında, Patricia’nın hayatı boyunca yaşayacağı her evin duvarını süsleyecek bu portre de vardır.
II.
Patricia’nın arızalı yönleri saymakla bitmez. Eşcinsel olmasına rağmen kadınlar hakkında günlüklerine yazdıkları yenilir yutulur cinsten değildir. Açık Yahudi düşmanıdır, Yahudiler hakkında ünü bu seviyeye ulaşmış bir kimsenin kolay kolay zikredemeyeceği cümleler kurar. Nazilerin, Yahudilerin ancak yarısını öldürebilmesinden duyduğu üzüntüyü belirtmek için Holocaust yerine “Semicaust” ifadesini kullanır, soykırımın 2.0 versiyonunu “hasretle” bekler (Filistinlilerle Kürtlerin özgürlük mücadelesini destekleyen ve o mücadelenin sembolü olarak gördüğü poşuyla pozlar veren Patricia, 1991 yılında yayınlanan Ripley Su Altında kitabını baskıya karşı savaşan Filistinlilere ve Kürtlere adar). Patricia’nın bir diğer tutkusu, bazı romanlarındaki kahramanların da saplantısı olarak karşımıza çıkan salyangozlardır. Evcil hayvan olarak yüzlerce salyangoz besleyen Patricia, bir defasında, çantasına koyduğu marul yaprakları arasına saklanmış onlarca salyangozu bir kokteyl partisine getirecek kadar hayvanlarına düşkündür. Hayatının önemli bir kısmını geçireceği Avrupa’da, İngiltere’den Fransa’ya taşınırken, Fransa yasaları ülkeye salyangoz sokulmasına izin vermediğinden, her iki memesinin altına onar tane salyangoz saklayarak uçar. Salyangoz merakı, çok eskilere, 1946 yılına dayanmaktadır: Patricia, New York’ta bir balık pazarında gezerken birbirine sarılan iki salyangoz görür, hemen onları alıp evine götürür ve bir akvaryuma koyar. Büyülenmişçesine onların birbirleriyle sarılmalarını, sevişmelerini izler. “Bana bir çeşit huzur veriyorlar,” der Patricia. “Hangisinin erkek, hangisinin dişi olduğunu söylemek imkânsız, çünkü bire bir aynı görünüyorlar, bire bir aynı şekilde davranıyorlar.”
1940’ların ilk yarısında çılgın bir hayat süren Patricia, savaşın bitmesiyle kendini sürekli daralan bir çemberin içinde bulur. Gay barlarda cirit attığı New York veya ilk yurtdışı gezisini gerçekleştirdiği, Nazi işgalinden kaçan Parisliler ve ucuz tekilayla dolu New Mexico, savaş yıllarındaki gibi bir şehir olmaktan hızlıca çıkmaktadır. Amerika’da Soğuk Savaş ve McCarthycilik rüzgârları esmeye başlamıştır. Savaş esnasında en büyük düşman Nazilerken, savaş sonrası Amerika’sında hedefe komünistler konur. Amerikan kamuoyu nezdinde basit bir denklem vardır: Birisi komünistse eşcinseldir, eşcinselse komünisttir. Ve kamuoyunu yasalar da destekler, komünistlik ve eşcinsellik hapis gerektiren bir suçtur. Patricia, 20’li yaşlarının hemen başında komünizme ilgi duysa da hayatının merkezine ideolojiyi koymaz lakin eşcinselliği için aynısı söylemek imkânsızdır. McCarthyciliğin gemi azıya aldığı bir dönemde eşcinsel olmanın getirdiği paranoyayla boğuşmaya başlar Patricia. Yetenekli Bay Ripley’de de karşımıza çıkan sürekli izlenme, birileri tarafından takip edilme, polisler tarafından yakalanma korkusu bütün zihin dünyasına ve yaşamına sirayet eder. 1940’lı yılların ilk yarısındaki yaşamı hızla terse dönen Patricia, kendisinin –hem yasa hem Tanrı önünde– bir suçlu olduğunu düşünmeye başlar. Bu dönemde, bir yıl önce ilk kitabını yayınlayan Truman Capote ile tanışır, onun sayesinde Leonard Bernstein, Hannah Arendt, Milton Avery ve Sylvia Plath gibi önemli kişilerin yer aldığı, ayrıcalıklı Yaddo Artist Kolonisi’ne katılır (Patricia, ölümünün ardından, mirasının bir bölümünü Yaddo’ya bağışlayacaktır). 400 dönümlük bir arazide, mensuplarına sınırsız özgürlük sunan Yaddo’da alkol ve aşk dolu günler geçiren Patricia, Capote’un da desteğiyle ilk kitabı Trendeki Yabancılar’ın taslağını büyük ölçüde tamamlar. Bu süreçte, bir yandan “normale dönmeye” çalışmaktadır. Bir erkekle, İngiliz yazar Marc Brandel’le nişanlanır. Bir hastalık olarak kabul etmeye başladığı eşcinselliğini tedavi etmek için o dönem gittikçe popülerleşen psikanaliz yöntemine başvurur. Seanslara gider, hatta Freudyen psikiyatrist Eva Klein’in önerisiyle “erkeklerle evli eşcinsel kadınların” yer aldığı grup terapisine katılmanın eşiğine gelir (Patricia günlüğüne “belki de gruba katılıp bazılarını ayartmayı başarırım” diye not düşer). Başarısız bir yazar olarak ekonomik açıdan pek parlak günler geçirmeyen Patricia’nın psikanalist masraflarını karşılayacak gücü yoktur, bu nedenle Christmas öncesi, oyuncak bebek satan bir dükkânda geçici işe girer. 8 Aralık 1948’te, zengin bir iş adamının eşi olan, şık kürklere sarılı sarışın Mrs. Senn dükkâna gelir ve Patricia ona bir oyuncak bebek satar. Birkaç dakikalık bu temas, Mrs. Senn’e ilk görüşte âşık olmasına yeter. Aşk ateşiyle eve gittiğinde tek oturuşta, ileride Tuzun Bedeli’ne dönüşecek romanın taslağını yazar (Patricia, Mrs. Senn’i hayatı boyunca bir daha hiç görmez ve Mrs. Senn, Tuzun Bedeli yayımlanmadan bir yıl önce intihar eder). Trendeki Yabancılar kitabının, eseri sinemaya taşıyan Hitchcock’un başarısından sonra Patricia, o küçücük aşk alevinden filizlenen öyküsünü, Tuzun Bedeli’ni tamamlar. Kitabın ilk versiyonunda hikâye dramatik bir şekilde sonlanmaktadır çünkü McCarthy döneminde bir eşcinsel aşk hikâyesi sansür kurulundan ancak “kötü sonla biterse” geçebilmektedir. Sansür kurulu için eşcinsellik, özenilecek değil ibret alınacak bir olgudur. Patricia kitabı böyle yayımlamak istemez, finali değiştirir ve hikâyeyi mutlu sonla bitirir. Otuz yaşında, henüz kariyerinin başında bir yazar için böyle bir eşcinsel aşk öyküsü yayımlamak, yazarlık kariyerinin sonu anlamına gelmektedir. Yayıncısının tavsiyesine uyar ve kitabı Claire Morgan sahte adıyla yayınlamaya razı gelir. 1952 yılında yayımlanan Tuzun Bedeli, ânında bir milyondan fazla satar. Dönemin haletiruhiyesi altında ezilen eşcinsel topluluğu, ilk defa kendi kaderlerine umut ışığı tutan bu kitabı büyük bir sevgiyle karşılar. Patricia’nın tedavi amacıyla gittiği psikanalist seansları, ironik şekilde, Amerikan edebiyatının o dönemki en büyük eşcinsel aşk öykülerinden birinin doğmasını sağlar. Kendi cinselliği hakkında kamuoyuna konuşmayı pek sevmeyen Patricia, uzun yıllar boyunca Claire Morgan adıyla yayımlanan Tuzun Bedeli’nin ancak hayatının sonuna doğru, büyük bir yazar olarak kabul edildiği dönemde kendi adıyla basılmasını kabul eder. “Bu kitaptan önce,” diye başlar Patricia, 1990’daki yeni basımın önsözüne, “Amerikan romanlarındaki eşcinsel erkekler ve kadınlar, sapmalarının bedelini bileklerini keserek, bir havuzda kendilerini boğarak, heteroseksüelliğe geçmiş görünerek veya –yalnız, çökmüş ve dışlanmış olarak– cehenneme denk bir depresyona atılarak ödüyordu.” Yeni baskıda kitabın ismini değiştirir Patricia, ileride Todd Haynes’in filminde Cate Blanchett suretinde arzı endam edecek o şık sarışın kadının adını verir: Carol.
III.
Patricia’nın 20’li yaşları boyunca çalıştığı ve sonrasında hayatından bütün izlerini sileceği o önemli işi, çizgi roman yazarlığıdır. Amerikan çizgi romanlarının altın çağında, endüstride düzenli çalışan tek kadındır. Henüz 22 yaşındayken, Timely Comics gibi çizgi roman sektörünün önemli firmalarında çalışmaya başlar, Mickey Spillane ve bir defasında date’e bile çıktığı Stan Lee gibi önemli isimlerle tanışır (Çizgi roman dünyasının amiral gemisi Timely Comics, 1960’larda Marvel’a dönüşecektir). Normal yaşantısında yıllarca yayımlanmayacak, kimselere satamayacağı psikolojik öyküler kaleme alan Patricia’nın yedi yıl boyunca çalışacağı çizgi roman dünyasındaki görevi, hikâye akışı yaratmak ve diyalog yazmaktır. Çalışmalarının odağında ise çifte kimlikli kahramanlar vardır. Kendisi de çifte kimlikli bir hayat süren Patricia, günlük hayatında başka, geceleri deri kostümleri giydiğinde başka olan kahramanların zihin dünyasında dolaşır. Çizgi romanlarda üstüne çalıştığı alter ego kavramı, Patricia’nın ilk kitabı Trendeki Yabancılar’dan son romanı Ripley Su Altında’ya kadar her eserinde sürekli tekrarlanan, âdeta saplantıya dönüşmüş favori tema olarak karşımıza çıkacaktır. “Saplantılar tek önemli meseledir,” diyen Patricia, çaresizce birbirini takip eden ve kimlikleri birbirine karışan karakterlerin öykülerini bıkmadan, usanmadan yazar. İlk eşcinsel aşk romanı Tuzun Bedeli’ni yazmaya başlamadan bir yıl önce, karanlık arzularını dışa vurabileceği fakat asla yazma imkânı bulamayacağı, çifte kimlikli bir kahramanın öyküleri üzerinde çalışır: Erkeklerin olmadığı bir cennet adasında binlerce kadınla beraber yaşayan Wonder Woman [Kementli Wonder Woman, Patricia’nın yatakta sıklıkla sınırı aştığı bağla(n)ma saplantısına da uygun bir kahramandır]. Wonder Woman gibi, ileride Patricia da kendi alter egosunu bulur: Tom Ripley.
Yayınlanan ilk iki romanı Trendeki Yabancılar ve Tuzun Bedeli’nde olduğu gibi, Yetenekli Bay Ripley’nin de merkezinde eşcinsel çekime kapılan, zaman içinde psikolojik açıdan birbirine karışan ve yer değiştiren iki karakter yer almaktadır. Yer değiştirme Patricia’nın bütün kariyeri boyunca tekrarlanan bir tema olsa da, annesini ve babasını küçük yaşta yitiren, kendisini her fırsatta “babası gibi kız kılıklı” olmakla suçlayan teyzesi tarafından büyütülen Tom Ripley’nin yeri ayrıdır. Tom Ripley, kişisel mektuplarını zaman zaman Tom olarak imzalayan Patricia’nın edebi mirasının göstergesi, alter egosudur. İlk kitapla sonuncusu arasında yaklaşık 40 yıl bulunan beş kitaplı Ripliad serisi, Patricia’nın yazdığı tek seridir. Uzun yıllar içinde büyüttüğü Tom’u, gittiği her yere götürür. Gezmediği, görmediği veya bizzat yaşamadığı hiçbir şehre karakterlerini göndermeyen Patricia, gerçek hayattaki yolculuğunu Tom üzerinden edebiyata taşır. Fırtınalı aşk hayatının, kendisini bir erkekle evlenme kıyısına getiren toplum baskısının, bitmeyen depresyonların ardından gerçekleştirdiği Güney İtalya merkezli iki yıllık Avrupa turunda hamile kaldığı Tom, hiçbir yerde huzur bulamayan ve sürekli kaçış halinde olan Patricia gibi sürekli seyahat halindedir. İlk kitapta İtalya’yı turlayan Tom, ikinci kitaptan itibaren kalıcı olarak Fransa’ya, bizzat Patricia’nın da yaşadığı Paris-Fontainebleau’ya yerleşir ve sık sık İngiltere’ye, Almanya’ya, İsviçre’ye, Amerika’ya seyahat eder. Beşinci kitaptaki Kuzey Afrika yolculuğu dahil olmak üzere tüm bu güzergahlar, Patricia’nın gezdiği, dolaştığı ve yaşadığı yerlerdir. Kendi hobilerini de Tom’a aktarır Patricia. Tom’un daimî ikametgâhı Belle Ombre’de uğraştığı bahçecilikten resim yapmaya, koleksiyonculuktan ahşap işlerine kadar her bir hobisi, Patricia’nın bizzat kendi uğraşıdır. Yetenekli Bay Ripley’de nasıl ki Tom öldürdüğü ve kimliğini çaldığı Dickie Greenleaf’e dönüştüyse, zaman içinde Patricia da Tom’a dönüşür, ya da tam tersi.
IV.
Tom Ripley söz konusu olduğunda akla ilk gelen şeylerden biri cinsel kimliğidir. Ripley uyarlamasına kalkışan bir yönetmenin cevaplaması gereken soruların başında da Tom’un eşcinsel olup olmadığı gelir. Bu konu, sanıldığı kadar açık değildir. Tom ilk kitapta eşcinselliğini bastırmaya çalışan biri gibi görünür. Hem New York’taki hem de İtalya’da yeni edindiği çevresi Tom’un eşcinsel olduğu kanısındadır. Bu nedenle sürekli alaya ve iğnelemeye maruz kalır. Tom da kitap boyunca, ateşli bir hastalığın semptomları gibi, duygularını ara ara dışarı vurma noktasına gelir ama belli sınırı aşmaz. On beş yıl sonra yazılan ikinci kitapta Tom’u, güzeller güzeli ve bir o kadar uyumlu Heloise ile mutlu bir evliliğin içinde buluruz (Patricia, Heloise’in birçok özelliğini, o dönem âşık olduğu Jacqui’den alır). “Ripley’nin gay olduğunu düşünmüyorum,” der Patricia, bir röportajında, “İyi giyinen erkekleri takdir ediyor, bu doğru. Fakat sonraki kitaplarında evlidir. Cinsellik konusunda güçlü olduğunu iddia etmiyorum lakin yatakta karısıyla sevişiyorlar.” Saplantılı olduğu erkeklerin kıyafetlerini giyen, dördüncü kitap Ripley ve Peşindeki Çocuk’un en önemli ânında kadın kılığında rehine kurtarma operasyonun girişen Tom, her kitapta, yeni bir erkekle, sıradışı ve sonu mutlaka ölümle biten dostluk kurar. Sürekli ya Tom bir erkeği saplantı haline getirir, ya da bir başka erkek Tom’u.
Ripley uyarlamalarının Tom’un cinsel kimliği konusunda da farklı fikirleri vardır. Henüz Ripley’nin devam öyküleri yazılmamışken hikâyeyi perdeye taşıyan Rene Clement’in Plein Soleil’inde (1960) Tom’un, Dickie’ye karşı belli hisler taşıdığını görürüz ama aynı hisleri, belki de daha fazlasını kadınlara karşı da taşır. Serinin üçüncü kitabı Ripley’nin Oyunu’ndan uyarlanan Amerikalı Arkadaş (1977) filminde Tom, kitabın aksine, karşımıza yeniden bekâr olarak çıkar (Wenders, biraz da üçkağıtçılık yaparak, ikinci kitap Ripley Yeraltında’da işlenen resim sahtekarlığı meselesini, haklarını aldığı üçüncü kitabın açılışına ekler ve iki hikâyeyi birbirine karıştırır). Amerikalı Arkadaş’taki kovboy şapkalı, deri çizmeli, kot pantolonlu Tom portresi, sanki Patricia’nın Güneyli kökenlerine ithaftır. “Ripley’nin hoş arkadaşları var. Yalnız biri değil. Eşcinsel de değil. Fakat Jonathan’ı avucuna alma şeklinin eşcinsellikle ilgisi var,” der Wenders, Tom ile Jonathan arasındaki ilişkiyi açıklarken. Patricia ise Wenders’ın yorumlarını aktaran gazeteciye Tom’un evli olduğunu, ayaklarının yere bastığını ve kafasının karışık olmadığını belirtir.
Ripley uyarlamaları içinde en bilineni ve Tom’un alımlanma biçiminin kural koyucusu Minghella’nın Yetenekli Bay Ripley’sinde (1997) kahramanımız, şüphe bırakmayacak şekilde eşcinseldir, sadece bunu dışarı vuramaz, vurduğundaysa Dickie’yi öldürmek zorunda kalır. Minghella’nın yorumu, ince bir çizginin üzerinde yürümektedir; Tom’un cinayetleriyle eşcinselliği arasında bağ kurulmasına imkân sunan yaklaşımı homofobinin sınırlarında dolaşır. Tom ile Jonathan arasındaki ilişkiyi yeniden kurmasına rağmen Wenders’in yorumunun altında ezilen Ripley’nin Oyunu (2002) yeni bir şey söylemezken, berbat bir Amerikanlaştırma örneği olan Ripley Yeraltında (2005), Tom’u adeta bir playboy’a dönüştürür. (Ripley’nin Oyunu’nda Tom’u canlandıran John Malkovich, Zaillian’ın Ripley dizisinde, sonraki dört kitapta yer alan Reeves Minot olarak karşımıza çıkar.) Tom’u uyarlamanın ve yorumlamanın yolu, biraz da cinsel kimliğinden geçmektedir.
V.
Patricia Highsmith’e olan asıl ilgi, 4 Şubat 1995’teki ölümünden sonra başlar. Hem ABD’ye hem de Fransa’ya aynı anda yüksek vergiler ödemekten bıktığı için ömrünün son demlerinde İsviçre’ye taşınan ve orada hayata gözlerini yuman Patricia, arkasında uzun yıllar boyunca tuttuğu günlükler ve not defterleri bırakır. Günlüklerinde yazdıkları, kendisini ve eserlerini yeni bir gözle yorumlama imkânı sunar. İlk Ripley romanının yazıldığı ve Patricia’nın hayatta olduğu kırk yılda sadece iki Ripley uyarlaması çekilmişken, yazarın ölümünü takip eden on yıl içinde üç Ripley uyarlaması çekilir. Günlükleri kamuoyuna açılır, birbiri ardına otobiyografileri yazılır. Patricia Highsmith, sanki yeniden keşfedilmiştir. Patricia’yla benzer dönemlerde, bir başka sanat alanında, Patricia kadar “arızalı” bir isim de yeniden popüler olmaya başlar: Michelangelo Merisi. 2007 yılında, tıpkı bir sandıktan çıkan Patricia’nın günlükleri gibi, Milano’daki arşivlerde rastlantısal olarak bulunan bir belge Merisi’nin ardındaki dört asırlık bir gizemin çözülmesini sağlar. 30 Eylül 1571 tarihinde, Bay Fermo Merisi ve Bayan Lucia Aratori’nin oğulları Michelangelo’nun vaftiz edildiği gösteren bir belgedir bulunan. O dönem çocuk ölümleri çok fazla olduğundan, aileler yeni doğan çocuklarını ilk gün vaftiz etme alışkanlığı edinmişlerdir ve tozlu raflardan çıkan belge sayesinde, eserleri tüm dünyayı etkileyen büyük ressamın ardındaki gizemlerden biri aydınlanır. Aslında, Merisi’nin ölüm tarihini gösteren belge de birkaç yıl önce, 2001 yılında, yine arşivlerde tesadüf sonucu bulunmuştur. Yine Merisi’nin Roma’daki en eski varlığını ortaya çıkaran ve Merisi kronolojisini kökünden değiştiren, –çalıntı bir cüppe ve adliyeye taşınmış bir kavgayla ilgili– bir berberin ifadesine dayanan belge de 2011 yılında Roma Devlet Arşivleri’nde ortaya çıkar. Rönesans resminin en büyük isimlerinden Merisi’nin doğumu ve ölümü üzerindeki sır perdesi yavaş yavaş aralansa da hayat öyküsünde büyük boşluklar vardır. Bu boşlukların doldurulmasını sağlayan en büyük belgeler, kronikler veya eserleri değil, dava dosyaları ve polis tutanaklarıdır. Ailesinin büyük bölümünü salgında kaybeden Merisi, annesinin desteğiyle atıldığı resim kariyerini ilerletmek için gencecik yaşta Roma’ya gelir ve kendini çılgın bir ortamın içinde bulur. Dönemin Roma’sı herhangi bir kitaba veya filme sığmayacak kadar tuhaf, sorunlu, belalı bir batakhanedir: “Hıristiyanlığın kalbi ve antik pagan geleneğinin en itibarlı mirasçısı, günahlarının affedilmesini isteyen milyonlarca hacının uğrak yeri, Sodom ve Gomora sakinlerinin dudaklarını uçuklatacak skandallarla dolu ahlâksızlıkların ve yozlaşmanın görüldüğü bir tiyatro sahnesidir.” Tıpkı Tom Ripley gibi, hayatın kendi payına ayırdıklarının çok daha fazlasını hak ettiğini düşünen Merisi, sürekli meydan okumalarla Roma bataklığında ayakta kalmaya çalışır. Bir yandan yeni edindiği arkadaşlarıyla âlemden âleme akarken, öte yandan sürekli kavgaların, düelloların, olayların içinde yer alır.
O dönemki Papalık Sarayı, tarihinin en zor günlerini yaşar; Protestan Reformu, Katolik Kilisesi’nin temellerini sarsmaktadır. Papalık, bu saldırıya karşı durmak ve Katolik değerlerini yaymak amacıyla kenetlenir, bir dizi karşı hamle planlar. Bunlar arasında kiliselerin, Katolik değerleri yansıtacak resimlerle doldurulması gelir. Papalık, Roma’daki usta-çırak ilişkisiyle çalışan resim atölyeleri ile büyük veyahut gelecek vadeden ressamlara, kuralları önceden kesin olarak belirlenmiş binlerce resim siparişi verir. Sipariş verilen isimler arasında, resim dünyasında hızla ilerleyen Merisi de vardır lakin Merisi’nin yaşamı gibi, resim anlayışı da normalin dışındadır. “Kusursuz güzellik” arayışına odaklanan dönemin sanatçıları, ideal ve kusursuz figürleri yaratmak için, gerçek hayatın içindeki en güzel ve zarif detayları ayıklayarak tuvallerine alır. Varlıkları oldukları gibi değil, görünmesi gerektikleri gibi resmederler. Hâkim anlayışın dışında bir yaklaşım geliştiren Merisi ise kusursuz güzelliği reddeder, hayatı olması gerektiği gibi değil, göründüğü gibi resmeder. En sivri dilli Michelangelo Merisi biyografi yazarlarından Bellori’ye göre, ressamın kusursuz güzellik düşüncesini reddetmesinin arkasındaki gerekçe nettir: Merisi’nin dış görünüşü. Merisi’nin, Ripley’deki Tom gibi, “rengi kasvetlidir, gözlerinde hüzün vardır, kirpikleri ve saçları simsiyahtır”. Dış görünüşü, huzursuz ve kavgacı karakteri nedeniyle karanlık tonlarda resim yapmak, Tanrı’nın rahmetinden uzak, kaba saba ve halktan figürleri çizmek Merisi’ye doğal gelmektedir.
Roma’nın batakhanelerini mesken tutan Merisi’nin en büyük ilham kaynağı, orada gördüğü fahişeler, kumarbazlar, falcılar ve toplum tarafından dışlanan Çingenelerdir. Patricia Highsmith’in suçlulara karşı beslediği sevginin bir benzerini, o da toplum dışına itilmişlere besler. Konularını daima günlük yaşamdan ve gözlerinin önünde cereyan eden olaylardan alan Merisi’nin tablolarından birkaç örnek, yaklaşımını özetlemeye yeter: Bir Çingene kızı fal bakarken bir başkası müşteriyi soyar, bir tavuk satıcısı Roma’ya gelen bir hacıyı dolandırır, hokkabazlar iskambil kağıtlarıyla hile yapar, fahişeler yoldan geçenlerin aklını çeler… Ancak tilki kadar kurnaz ve kılıcına davranmaktan çekinmeyecek kadar cesur kimselerin hayatta kalabildiği bu tiyatro sahnesinde elini kolunu sallayarak dolaşan ve her deliğe girebilen Merisi, Kilise’nin sipariş ettiği eserlerde de aynı tavrı sürdürür. Kilise’nin istediği resimlerdeki figürleri hayal etmez, doğrudan kendi çevresinden, gözünün gördüklerinden alır. Merisi’nin dini tablolarında sık sık aynı yüzlerin görülmesinin sebebi de budur: Bir meleği betimlemek için atölyedeki sanatçıları, havarileri çizmek için silah arkadaşlarını, Madonnaları çizmek için saray fahişelerini kullanır. Bugün, bir Merisi resmine baktığımızda Meryem Ana olarak gördüğümüz yüz, o dönemki insanlar için ünlü fahişelerden başkası değildir.
Belalı yaşamını bir cinayetle “taçlandıran” ve 39 yıllık ömrünün son yıllarını sürgünde ve kaçarak geçiren Merisi’yle ilgili muammalardan biri de eşcinsel olup olmadığıdır. Model olarak kullandığı kadınlarla olan ilişkisine bakınca Merisi’nin eşcinsel olmadığı, ya da sadece erkeklerden hoşlanmadığı açıktır. Merisi de Tom Ripley gibi, güzel görünen erkekleri takdir eder. Tuvallerindeki melekler, tıpkı Patricia Highsmith’in salyangozları gibi cinsiyetsizdir. Erkek mi, yoksa dişi mi olduğuna ancak resme bakan kişi karar verebilir. Başyapıtları utangaç hermafrodit melekler, efemine ve saf görünüşlü erkeklerle doludur. Eleştirmenler, Merisi’nin yapıtlarındaki baştan çıkarıcı ve kadınsı erkek figürlerini, ressamın eşcinsel eğilimin bir yansıması olarak yorumlarlar. Buna en büyük delil olarak, Müzisyenler tablosu gösterilir.
VI.
Patricia Highsmith, hiçbir zaman iyi bir sinema izleyicisi olmaz. Sergio Leone ve Angelopoulos ile beraber aynı jüride bulunduğu 1978 Berlin Film Festivali günlerinden dahi bıkkınlıkla bahseder. Kendi kitaplarından uyarlanan filmlere de aynı şekilde yaklaşır, ilk kitabı Trendeki Yabancılar’ın Hitchcock uyarlaması dahil olmak üzere hiçbirinin kopyasını evinde bulundurmaz. Evine yakınlığından ötürü ara sıra Locarno Film Festivali’nde, o da denk gelirse film izler. Yönetmenlerin kendi kitaplarıyla ne yaptığıyla da hiç ilgilenmez. Birkaç defa teşebbüs etse de ne kendi kitaplarının ne de başka eserlerin senaryosunu yazar, bir istisna hariç. İlk ve tek senaryosunu, kendi kitabı Deep Water’ı uyarlamak için yazar Patricia, lakin etrafını saran kara bulutlar tekrar karşısına çıkar. Kitabını senaryolaştırır, çalışmasını tamamlar fakat yapımcı/yönetmen Raoul Levy’e hiçbir zaman teslim edemez çünkü Levy, 1966 yılbaşı gecesi intihar eder (Levy uyarlaması gerçekleşmese de Deep Water, 2022 yılında Adrian Lyne imzalı, Ben Affleck ve Ana de Armas’lı bir filme dönüşür). Patricia, Trendeki Yabancılar’da ana karakterin tenisçiye –ve sonraki uyarlamada golfçüye– dönüştürülmesinden hoşlanmaz. Plein Soleil’in finalinde Tom’un yakalanmasını, estetik açıdan takdir ettiği Amerikalı Arkadaş’taki kovboy kılıklı Tom’u ve onun aforizmalarla dolu ses kayıtlarını hiç beğenmez. Alain Delon’un görüntüsünü Tom’a çok yakıştırır lakin ona göre, Tom’u en iyi canlandıracak kişi, Trendeki Yabancılar’da Bruno’yu canlandıran Robert Walker’dır (Walker, Trendeki Yabancılar vizyona girmeden kısa süre önce, alkol komasından ölür). “İki-üç kez senaryo yazmaya başladım ama başarısız oldum. Bir senarist gibi düşünemiyorum,” der Patricia. “Eğer birisi kitaplarımdan birinin hakkını alırsa, senaryoyu yazmayacağımı bilir. Yönetmenlerle tanışmak istemiyorum, onlarla yakın olmak istemiyorum ve onların işlerine karışmak istemiyorum. Onların da benim işlerime karışmasını.”
Patricia Highsmith, Minghella’nın yorumu göremedi, sonraki iki kötü uyarlamayı da. Yine de üç aşağı beş yukarı aynı umursamaz ve alaycı tavrı takınacağını tahmin etmek güç değil. Peki ya Steven Zaillian’ın Ripley yorumunu? İşte bunu cevaplamak epey güç. Tom Ripley, ilk kez bu kadar detaylı bir şekilde izleyici karşısına çıkıyor, analize ya da yoruma tabii tutuluyor. Zaillian, zihin dünyasını sürekli haritalandıran ve karşılaştığı her mekânı içindeki eşyalarla, objelerle, nesnelerle etraflıca betimleyen Patricia Higsmith gibi bütün İtalya’yı enfes görselleştiriyor, haritalandırıyor. Tom’un iki cinayetini, kitaptakinden bile daha iyi/güçlü şekilde aktarıyor. Tom’un kitabın finalinde Yunanistan’a inerken yaşadığı, gelecekte bir gün, bir limanda ya da tren garında kendini bekleyen polisler bulacağına dair bitmeyen korkusunu dizinin tamamına başarıyla yayıyor. Kitabın polisiye gücünü azaltan bütün acemilikleri de ortadan kaldırıyor Zaillian. Örneğin, bugünün izleyicisi, soruşturmayı yürüten dedektifin, birkaç ay arayla önce Dickie Greenleaf, sonrasında Tom Ripley olarak ifadesini aldığı kişiyi, sırf saçları farklı tarandı diye hatırlamamasına razı gelir mi? Ya da Tom’un elinden çıkan, Dickie’nin mirasını kendisine bıraktığını gösteren vasiyeti herkese yutturmasını akla yatkın bulur mu? Örnekleri çoğaltmak mümkün: Yetenekli Bay Ripley, ne kadar iyi bir psikolojik gerilim, alter ego ve yer değiştirme kitabıysa, bir o kadar zayıf bir polisiye eser. Zaillian, sekiz saatlik süresinin ve dijital platforma çalışmanın getirdiği özgürlükle tüm bunları temizliyor, kitabı -polisiye açıdan- olduğundan daha iyi bir esere dönüştürüyor. Patricia Highsmith’in tüm bu dokunuşları takdir edeceğini varsaymak çocuk oyuncağı; ki serinin sonraki kitaplarında Tom, Ripley dizisindeki gibi, soğukkanlı ve profesyonel bir iş bitiriciye, yakalanması imkânsız bir katile dönüşüyor… Yine de cevaplanması gereken birkaç zor soru daha var.
Bu sorulardan en ön büyüğü, Tom Ripley’nin, Dickie Greenleaf yerine, Roma’nın geçmişiyle bugününü birleştiren, Patricia Highsmith’in ruhdaşı bir ressama, tıpkı The Godfather’daki Vito Corleone gibi memleketinin adıyla alınan Michelangelo Merisi da Caravaggio’ya dönüşmesi. Kitapta Tom, gün geçtikçe fiziksel ve ruhsal açıdan yerini aldığı Dickie’ye dönüşürken; dizideki Tom, gün geçtikçe cinayetle özdeşleşen ve çarpıcı resimleri bütün İtalya’yı süsleyen Caravaggio’yla özdeşleşiyor. Alter egosu, Dickie değil Caravaggio oluyor. Belki, aralarında benim de bulunduğum çoğunluk gibi Patricia Highsmith de esere başka bir katman ekleyen ve kendisiyle/Tom’la Caravaggio’yu bir potada eriten bu dokunuşu takdir edebilirdi. Peki, Zaillian’ın; fahişelere, kumarbazlara, Çingenelere büyük sevgi besleyen Caravaggio’nun ve suçlulara şefkat duyan Patricia Highsmith’in aksine, tek bir an dahi Tom Ripley’yi sevmemesine, hatta nefret etmesine ve ona finalde özgürlüğü çok görmesine ne derdi? Veya öldürdüğü Dickie ile Freddie’yi eşcinsellikle suçlamasına? Bunları cevaplamadan Ripley hakkında hüküm vermek çok güç, keza muhtemel cevapların Ripley’nin enfes bir eser olduğu gerçeğini değiştirip değiştiremeyeceği de.
Sonsöz
1948 yılında yayımladığı makalesinde Alexandre Astruc, ileride auteur teorinin temelini oluşturacak “kamera-kalem” kavramını ortaya atar ve yönetmenin kamerasını, yazarın kalemine ve ressamın fırçasına benzetir. Yazısında “Bir Faulkner romanının Faulkner’dan başka biri tarafından yazıldığı düşünülebilir mi?” diyen Astruc, yaratıcı ile eser arasında kurulacak ilişkiye referansını edebiyattan ve resimden alır. Ripley, bugün sinema eleştirisinin hâkim yaklaşımına dönüşen auteur kuramı yeniden düşünmek, sinemanın diğer disiplinlerle ilişkisini irdelemek ve yaratıcı-eser bağını deşmek için kusursuz bir örnek. Ripley’ye bakarak Michelangelo Merisi da Caravaggio’nun fırçasının, Patricia Highsmith’in kaleminin ve Steven Zaillian’ın kamerasının nerde başlayıp nerde bittiği söylemek, üçünü birbirinden ayırt etmek veya biri olmadan diğerini yorumlamak mümkün mü? Ya da birinin resmine veya kitabına bakarak onun gerçekte kim olduğunu anlamak, hangi salyangozun dişi, hangisinin erkek olduğunu söylemek?
Teşekkür ediyorum 🙏