Şili’de Gizlice: Pablo Larraín’den Miguel Littín’e
🎥🇨🇱 Bu özel sayıda Tanju Baran, Şili tarihinin karanlık bir dönemini filmler ve yönetmenleri üzerinden anlatıyor.
Başlamadan: Sabırsız okurlar doğrudan üçüncü bölüme atlayabilir çünkü ilk bölüm Allende’yle, ikinci bölüm Littín’le ilgili -tamamen, Pablo Larraín ancak üçüncü bölümde teşrif ediyor.
I.
26 Haziran 1908’de, uluslararası deniz ticaretinde önemli yer tutan liman kenti Valparaíso’da doğan Salvador Allende, tıp eğitimi gördüğü üniversite yıllarında, Şili’yi diktatörlükle yöneten Carlos Ibanez’e karşı mücadele eden öğrenci birliklerinin önderlerinden biri olarak adından söz ettirmişti. Kökleri Bask’a ve Belçika’ya dayanan, uzun yıllar boyunca politik mücadele pratiği geliştirmiş “varlıklı” bir aileye mensup Allende, 1930’da diktatör Ibanez karşıtı görüşlerinden ve öğrenciler arasındaki etkili konumundan ötürü tutuklanarak üniversiteden atılmış lakin birkaç ay sonra Ibanez’in Arjantin’e kaçması üzerine özgürlüğüne ve okuluna yeniden kavuşmuştu. 1932’de doktorluk diplomasını alarak 23 yaşında, memleketi Valparaíso’daki Van Buren Hastanesi’nin “morgunda”, anatomik patoloji uzmanı olarak göreve başlayan Allende, mesleki kariyerinde de öğrencilik yıllarında dahil olduğu siyasi mücadelesini aynı yoğunlukla devam ettirir. Bir yandan Valparaíso’daki doktorları ve meslek birliklerini örgütlerken diğer yandan Komünist Parti’ye alternatif olarak kurulan Sosyalist Parti’nin öncüleri arasında yer alır. 1937’de Valparaíso’dan Meclis’e giren Allende, bir yıl sonraki başkanlık seçimleri için birçok sol partiyi, “Ekmek, Bir Çatı ve İş” sloganıyla büyük bir başarı elde edecek Halk Cephesi’nde buluşturur. Seçim zaferinin ardından, Reformist Halk Cephesi hükümetinde 1939’da Sağlık Bakanlığı görevine atanır.
Tüm hayatını politikaya vakfeden Allende’nin sonraki yılları, Şili devlet başkanı olma mücadelesiyle geçer. 1952’deki seçimlerde sadece 60 bin oy (%5,4) alarak hezimete uğrar. Bu seçimde, sağcı Tarım İşçi Partisi tarafından aday gösterilen ve Halk Sosyalist Partisi gibi sol cenaha mensup partilerin de desteğini alan eski diktatör Carlos Ibanez, %47 oyla başkanlığa seçilir. Geri dönüşünden sonra merkezde konumlanan ve sağ popülist söylemler geliştiren Ibanez, Komünist Parti’yi kapatan yasanın iptali başta olmak üzere birtakım “demokratik” hamlelerde bulunur, ilk döneminin aksine, suça karşı yumuşak bir tutum takınır. O dönem için Şili’nin en sansasyonel suçlusu, bir kadını ve yaşları 1 ile 14 arasında değişen beş çocuğunu vahşice öldüren Pupunahue Çakalı’nın idam cezasını ömür boyu hapse çevirir. Allende, 1958’de başkanlığa yeniden aday olur, yine kazanamaz. Yenilgiye rağmen %28,5’luk oy oranı Şili’deki yükselen dalgayı ve ülkenin sonraki yıllardaki istikametini göstermektedir. 1964’teki Allende’nin üçüncü kez kaybedeceği seçimlerden önce CIA, sağcı başkan adayı Eduardo Frei’in kampanyasını desteklemek ve Allende karşıtı propaganda üretmek için beş milyon dolardan fazla para harcar. CIA yetkilileri “Frei’ye sağlanan mali ve örgütsel destek, (alternatif) Durán’ın yarışta tutulması için yapılan çabalar ve Allende’yi kötülemek için yürütülen propagandanın” Frei’nin başarısının vazgeçilmez unsurları olduğunu iç yazışmalarında açıkça belirtir. Allende’nin tüm engellemelere karşın yükselişi sürse de seçim kazanamama yazgısı kendisi için bile mizah konusu olur, dost meclislerinde mezar taşına “Burada Şili’nin bir sonraki başkanı yatmaktadır” yazdıracağına dair şakalar yapar.
Senato Başkanı olarak girdiği 1970 seçimleri sadece Allende için değil, Şili ve dünya tarihi açısından da bir kırılma anına dönüşür. Devrimi ve silahlı mücadeleyi savunan aşırı sol kanadın aksine demokratik mücadeleden bir an bile vazgeçmeyen Allende, aldığı %36,6 oyla en yakın rakibini, Jorge Alessandri’yi yüzde birden de az farklı geçerek seçimi kazanır. Aslında, başkanlık için mutlak çoğunluk gerekmekte ve herhangi bir partinin çoğunluğu elde edemediği durumlarda kimin koltuğa oturacağına senato karar vermektedir. Teamül, en çok oy alanın koltuğa oturmasıdır, ki kimsenin mutlak çoğunluğu sağlayamadığı 1958 seçimlerinde Allende ikinci, Alessandri birinciyken de öyle olmuştur. O ana dek herhangi bir ülkede, herhangi bir Sosyalist/Marksist lider, demokratik seçim yoluyla başa gelmemiştir. Nixon ve Kissinger yönetimindeki ABD, Allende’nin başarısının Latin Amerika ülkelerinden güçlü komünist partilerin olduğu İtalya ve Fransa’ya kadar uzanan bir domino etkisi yaratmasından korkmaktadır. Senato’nun Allende’nin başkanlığını onaylayacağı hafta, ABD destekli Şili ordusu büyük bir iç karışıklık yaşar. Ordunun politikadan uzak durmasından yana tavır koyan ve seçim sonuçlarına ordunun saygı duyacağını aylar öncesinden beyan eden Genelkurmay Başkanı René Schneider, CIA destekli General Roberto Viaux öncülüğünde bir grup tarafından, karargâh yolundayken güpegündüz kaçırılır. Amaç, sahte bayrak operasyonudur: Schneider kaçırılacak, suç Allendistalara atılacak ve ordu yönetime el koyacaktır. (1) Schneider makam aracına yapılan saldırıya direnirken kazayla vurulur, birkaç günlük yaşam mücadelesinin ardından kaldırıldığı hastanede ölür. CIA’in varsayımının aksine, Allende karşıtları bile duruma tepki gösterir ve Allende’nin koltuğa oturmasına karşı çıkan ordu geri adım atmak zorunda kalır. Schneider’in vefatının ertesi gününde, uzun yıllara dayanan politik bir mücadelenin ardından Allende, dünya tarihinde, seçimle başa geçen ilk Sosyalist lider olur.
Allende’nin seçim zaferi Şili’de halkın lehine, ABD’nin ve uluslararası şirketlerin aleyhine bir dönüşümün, yasal bir devrimin başlatılması anlamına gelir. Küba’yla diplomatik ilişkiler yeniden başlatılır, dış politikada ABD etkisini azaltacak adımlar atılır. Allende içeride “Şili'nin sosyalizme giden yolu” olarak adlandırılan sosyalist bir programı uygulamaya koyar. Program büyük ölçekli sanayilerin (özellikle bakır madenciliği ve bankacılık sektörünün) kamulaştırılması, kamulaştırılan işletmelerde işçi sınıfına mensup Şilililerin istihdam edilmesi, sağlık sisteminin devlet tarafından yönetilmesi, tüm öğrencilere okul yemeklerinin ücretsiz hale getirilmesi, çıraklar dahil herkesi kapsayan bir asgari ücretin tayin edilmesi, selefi Frei döneminde başlatılan toprak kamulaştırması ve yeniden dağıtım projesinin genişletilmesi gibi hedefler içermektedir. Program, eğitimin devlet eliyle düzenlenmesini ve yerli azınlık olan Mapuche’ler ile alt sınıfa mensup öğrencilerin eğitim sistemine eşit bir şekilde entegrasyonunu da içermekteydi. (2004 yapımı Andrés Wood imzalı Machuca, Allende döneminde başlatılan eğitim sistemi reformu üzerinden ülkedeki Sosyalistler ile Milliyetçiler, alt sınıf ile orta-üst sınıf arasındaki çatışmayı ve 1973 yılının kaynayan Şili’sinin fotoğrafını çeker.)
Bir ay önce bizzat Allende tarafından göreve getirilen General Augusto Pinochet önderliğindeki Şili ordusu, 11 Eylül sabahı Başkanlık Sarayı’nı, La Moneda’yı kuşatır. Allende’nin teslim olma çağrılarına karşılık vermemesi üzerine La Moneda uçaklarla bombalanır. (Nanni Moretti’nin Santiago, İtalya (2018) belgeselinde yönetmen Patricio Guzman, darbe günü yaşananları belgelemek için kameramanıyla beraber La Moneda’ya gittiğini, çevre evlerde oturan ve pencerelerine yığılan insanların bırakılan her bombada gol olmuşçasına uçakları alkışladığına şahit olduğunu anlatır). Darbecilere teslim olmama yemini eden ve La Moneda’yı canlı terk etmeyeceğini radyodan halka duyuran Allende, Machuca filminde de gördüğümüz üzere, üstünde “silah arkadaşı Fidel Castro’dan Salvador’a” yazılı silahıyla intihar ederek hayatına son verir. Ordu, Şili genelinde kıyıma başlar. Santiago’daki Ulusal Stadyum’a toplanan binlerce Allende destekçisi işkenceden geçirilir, öldürülür veya kaybedilir (Costa Gavras’ın Missing (1982) filminde Jack Lemmon’ın canlandırdığı ABD’li diplomat baba, oğlunu aramak için aynı stadyuma gelir). Şili’de, yaklaşık 17 yıl sürecek Pinochet diktatörlüğü başlar.
II.
9 Ağustos 1942’de, Filistinli bir babanın ve Yunan bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Miguel Ernesto Littín Cucumides, henüz 27 yaşındayken çektiği El Nahueltoro Çakalı (1969) filmiyle Yeni Latin Amerika Sinemasının önemli yüzlerinden birine dönüşmüştür. Üçüncü Sinema’nın biçimsel gerekliliklerini taşıyan film, Ibanez’in idam cezasını ömür boyu hapse çevirdiği Pupunahue Çakalı’nın (José Misael Roldán Concha) hayatını, arka fona Şili toplumunun geride bırakılmışlığını yerleştirerek anlatmaktadır. Nahueltoro Çakalı, Amerikan tipi sinemanın zıt kutbunu temsil eden, bütçeye dayalı sinema estetiğini reddederek bütçesizliği anlatım biçimine dönüştüren bir gerilla film, safkan devrim sineması örneğidir. 1968/1969, Şili sinemasının uyanış yılıdır. Littín’in de aralarında bulunduğu ilk veya ikinci filmini çeken dört yeni sinemacının yapıtları, tüm gösterim ağlarını kapatan ABD’li dağıtım şirketlerine rağmen, gerilla usulü yöntemlerle izleyiciyle peş peşe buluşur: Raul Ruiz'ten Tres Tristes Tigres / Üç Üzgün Kaplan, Helvio Soto’dan Caliche Sangriento / Kanlı Tuz; Aldo Francai’den Valparaíso, mi amor / Valparaíso, Sevgilim ve Littín’in Nahueltoro Çakalı. Brezilyalı Glaubert Rocha’nın başını çektiği Cinema Novo akımının paltosundan çıkan yönetmenler, en çok da Littín, Latin sinemasını alışılagelmiş şekilde, Brezilya, Şili veya Bolivya gibi “ülke bazında” ele alma yaklaşımını reddetmiş ve ortak bir Latin Amerika sineması ülküsünde birleşmişlerdir. “Aynı anne ve babanın çocuklarıyız, Latin Amerika aynı/tek tarihe sahiptir” diyor Littín, Bolivyalı yönetmen Jorge Sanjinés’le kurduğu dostluğu ve halk kültürünü merkeze almasında Rocha’nın kendi üzerindeki etkisini aktarırken. Allende döneminde, doğal olarak, dönüşüm başlatılan alanlar arasında televizyon ve sinema da yer almaktadır. Yönetim değişince Şili Filmcilik’in (devlet yönetimindeki sinema kurumu) başına hemen Miguel Littín getirilir. Helvio Soto da Şili topraklarının tümünde yayın yapabilen tek vericiyi, devlete ait 7. Kanal’ı devralır. (Şili’deki diğer iki verici, Katolik Üniversitesi’nin 13. ve Şili Üniversitesi’nin 9. Kanal’ı yalnızca Santiago/başkenti kapsamakta ve ülkenin geri kalan bölümünde izlenememektedir). “Şili Filmcilik neydi o zamanlar? Hollywood yanlısı eski Şili sinemasından miras kalan birkaç büyük -ve hiçbir şeye yaramayan, harap- stüdyolar, tuhaf tuhaf şeylerin üst üste yığıldığı ambarlar, eskimiş kılıfların içinde birkaç çekim makinesi ve aletleri, paslanmaya başlamış olan bir laboratuvar. Bu şartlarda devralınan kurum için solcu sinemacılar komitesi benim ismimi başkan Allende’ye önerdiler ve o da beni Şili Filmcilik’e atadı.” (2) Littín 1974 Haziran’ında, Cahiers du cinéma dergisine verdiği röportajda kurumun devraldıklarındaki halini böyle özetliyordu. Hem Littín’in hem Soto’nun çabaları, ki aralarında derin fikir ayrılıkları vardı ve birbirlerini kıyasıya eleştiriyorlardı, sol bürokrasinin çıkmaz sokaklarında erir, birçok önemli girişime rağmen istenilen sonucu elde edemezler. Sinemacılar ile bürokratların öncelikleri birbirinden farklıdır; sinemanın ve televizyonun propaganda aracı olarak çok, az, doğru, yanlış kullanımına dair uzlaşmazlıklar sürüp gider. İki yıllık mücadelenin ardından Littín, “amaçladığımız sinemanın işlevi konusunda yönetimde bulunan bürokratlarla benim aramda derin bir uyumsuzluk olduğu çok geçmeden görüldü” diyerek, ikinci filmi Vadolunan Topraklar’ı çekmek için Şili Filmcilik’teki görevinden ayrılır. Vadolunan Topraklar, 1932’deki devrim girişimini, general Marmaduque Grove’un kurduğu ve 12 gün yaşayabilen Sosyalist Cumhuriyet’i anlatan bir filmdir. (İleride Grove’un kardeşiyle Allende’nin kız kardeşi evlenecek ve ölümünün ardından Allende, darbeciler tarafından, Valparaíso’daki Grove ailesine ait mozoleye gömülecektir). Littín’e göre kırk yıl önce biteni hatırlatmak, darbenin eşiğindeki Şili’nin şimdiki zamanını okumanın ve kapıda bekleyen felaketi önlemenin bir biçimidir. Filmi yapmak için ekibiyle beraber 1932 olaylarının yaşandığı bölgeye hareket eder, Marmaduque Grove döneminde yaşayan insanların anılarını dinleyerek tüm tanıklıkları bir araya getirir ve filmin senaryosunu oluşturur. Littín’e göre hiçbir film kendinden devrimci değildir, ancak seyircisiyle ilişki kurarak ve harekete geçirici bir etki yaratarak devrimci olunur. Vadolunan Topraklar post-prodüksiyon aşamasındayken Pinochet darbesi gerçekleşir. Littín, Şili’nin en büyük halk ozanı Victor Jara’dan tutun Soto’nun televizyondaki yardımcı yönetmenlerine kadar birçok sanatçının öldürüldüğü kıyımdan ilginç bir şekilde kurtulur: Darbe sabahı Şili Filmcilik’in etrafı kuşatılmıştır. Arkadaşlarına ulaşmaya çalışan Littín, askerler tarafından etraftaki kalabalıkla beraber çevrilir ve binaya doğru iteklene iteklene götürülür. Askerlerden sorumlu bir çavuş, baş başa kaldıklarında Littín’e “Nahueltoro Çakalı’nın yönetmeni siz değil misiniz” diye sorar. Sık sık “biz tarafsızız” vurgusu yapmayı ihmal etmeyen Çavuş, bir anda her şeyi bırakıp filmle ilgili konuşmaya ve sorular sormaya başlar. Neler olup bittiğini tam idrak edemeyen Çavuş, binanın kapısına geldiklerinde “İşte Bay Littín, buradaki her şey ondan sorulur” diyen güvenlik görevlisini de döverek oradan uzaklaştırır. Şili Filmcilik’teki tutsaklar tek tek ayıklanarak Ulusal Stadyum’a, işkence merkezine götürülecektir. Sıra Littín’e geldiğinde Çavuş başlarındaki Teğmen’e gider, “Bu adamın bir suçu yok. Buraya komşularını şikâyet etmeye gelmiş. Arabasını parçalıyorlarmış” der. Littín’e nefretle bakan Teğmen, ancak bir ayının böyle bir sabahta arabasının peşine düşeceğini söyleyerek Littín’i serbest bırakır. Littín, sinemasever bir asker ve Nahueltoro Çakalı sayesinde kurtulur. Birkaç ay boyunca, eşi ve üç çocuğuyla beraber, evden eve dolanarak dostlarının yanında saklanır (Tıpkı Pablo Larraín’in Post Mortem (2010) filmindeki Mario’nun komşusu Nancy gibi). Sonunda yakalanacağını anlayan Littín, çareyi ülkeyi gizlice terk etmekte bulur.
Littín’in hikâyesi, gerçek anlamda burada başlar. Littín artık bir sürgündür, Meksika’dan İspanya’ya birçok ülke değiştirir, sinema hayatını yurt dışında sürdürmeye çalışır. Vadolunan Topraklar’ı sürgünde tamamlar. 1925’te, Şili’nin Marusia kentindeki madencilerin grevini anlatan, Gian Maria Volontè’nin başrolde yer aldığı Actas de Marusia (1975) ile Meksika adına, yabancı dilde en iyi film kategorisinde Oscar adaylığı elde eder. Nikaragua’da çektiği Alsino ve Akbaba’da (1982), 10 yaşındaki bir çocuğun gözünden, devrimciler ile ABD destekli Nikaragua ordusu arasındaki çatışmaları anlatır. Alsino ve Akbaba da Nikaragua adına, Oscar adaylığı elde eder. Başarılı kariyerine rağmen Littín’in aklı ve kalbi Şili’dedir. Pinochet hükümeti, zaman içinde bazı sürgünlerin ülkeye dönüşüne yeşil ışık yakar lakin 1983 yılında, içinde Littín’in de olduğu bir kara liste yayınlanır. O listedeki herkes için Şili kapısı, cuntacılar var olduğu sürece kapanmıştır. Bu durum Littín’i önce derin bir karamsarlığa iter fakat sonrasında Şili’ye, hem de film çekmek için geri dönme kararı alır. Yapımcılar, devrimciler ve Littín detaylı bir plan hazırlar. Üç Avrupalı ekip, yasal ve izinli olarak, çekim için Şili’ye gidecektir. Şili içinden de altı ayrı ekip ayarlanır. Bu ekipler ne birbirlerinden ne plandan haberdardır. Şili’yi gezecek, günlük yaşamı kayda alacaklardır. Littín de altı ay boyunca dış görünüşünü, yürüyüşünü, aksanını değiştirmek için eğitim görür. 1985 yılının başlarında hazırlıklar tamamlanınca Littín, Uruguaylı bir iş adamı olarak ülkeye girer. “Chicago Okulu’nun temsilcisi iktisatçıların yol göstermesiyle askeri cuntanın gerçekleştirdiği ‘Şili Mucizesi’nin öteki yüzünü” anlatmak için Şili’yi gezmeye başlarlar. Bütün planı bilen küçük bir ekip uzaktan sürekli Littín’i kayda alır. Santiago’nun çarşılarından Pinochet’in özel çalışma odasına, darbeden birkaç gün sonra lösemiden ölen Neruda’nın bugün müze olarak hizmet veren Isla Negra’daki evinden Allende’nin oturduğu sandalyenin bile özenle korunduğu Kuzey Şili’deki maden kasabalarına kadar bütün Şili karış karış dolaşılır. Littín ajan filminin içindeymiş gibi, gözleri kapalı, sürekli araç değiştirerek Pinochet karşıtı Yurtsever Cephe’nin liderinin de aralarında bulunduğu birçok direnişçi, aktivist, gazeteciyle röportaj yapar. Yakalanma ihtimaline karşı cebinde Anayasa Mahkemesi başkanına yazılmış bir mektupla, diken üstünde süreci yürüten Littín öyle değişmiştir ki, 12 yıl sonra Santiago’nun Palmilla kasabasındaki doğduğu evin kapısını çaldığında annesi ve dayısı uzunca süre kendisini tanıyamamıştır. Littín çekimleri tamamlar, bütün filmler gizlice yurt dışına çıkartılır ve ortaya dört saatlik Acta Generale de Chile / Şili’de Genel Durum (1986) belgeseli çıkar. Littín’in Şili’den ayrılışından iki gün sonra, Analisis dergisinde çıkan yazıya Sezar’ın sözüne ithafen atılan başlık her şeyin özetidir: “Littín geldi, film çekti ve gitti.”
Littín’in Şili seferi burada bitmez. Aynı yılın başlarında, Madrid’de Gabriel García Márquez’le buluşan Littín, “Bu, hayatımın en kahramanca eylemi olmayabilir, ama en onurlu eylemi olduğu kesin” diyerek tüm süreci anlatır. Littín’in filminin arkasında, muhtemelen asla çekilmeyecek başka bir filmin daha yattığını fark eder Márquez. Bir hafta boyunca Littín yaşadıklarını anlatır, Márquez dinler, yaklaşık 18 saat süren röportaj kaydı oluşur. Márquez, kendi ağzından Littín’in yaşadıklarını hikâyeleştirir ve ortaya Şili’de Gizlice: Miguel Littín’in Serüveni kitabı çıkar. Littín’in macerası önce sinemada, sonra edebiyatta ölümsüzleşir.
III.
«Ben diktatörlüğün hiçbir tehlikesine maruz kalmadığım, korunaklı bir ortamda büyüdüm. Ailem üst sınıftandı ve o zamanlar sağcı insanlardı, ki hâlâ öyleler.» Pablo Larraín
“Şilililer için, Larraín’in tam adı, Pablo Larraín Matte, iki şeyi temsil eder: Sağ siyaset ve büyük sermaye.” Simon Willis (3)
19 Ağustos 1976’da Pinochet diktatörlüğü üçüncü yılındayken başkent Santiago’da dünyaya gelen Pablo Larraín, ilk filmi Fuga’nın (2006) ardından çektiği, hepsi aynı dönemde geçen “Pinochet Üçlemesi” sayesinde adını tüm dünyaya duyurdu. Cannes’da yarışma dışı gösterilen ve İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale alan Tony Manero (2008), Venedik’te yarışan Post Mortem (2010) ve Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ına aday olan No (2012), Larraín’in dünya sinema sahnesine çıkışını müjdelemenin yanında Şili’nin karanlık yıllarını da yeniden gündeme getirmişti. Özellikle de Pinochet’in devrildiği referandumu ele alan No ile dünyanın dört bir yanından övgü alan Larraín, kendi ülkesi Şili’de ise yoğun eleştiri ve öfkeyle karşılanmıştı. Çünkü Pablo Larraín’in geçmişi, kendisini gri bölgeye taşımaktaydı. Her ne kadar annesi Magdalena zengin tarafına mensup olmasa da Matteler, Şili’nin en köklü ve zengin ailelerinin başında geliyordu. Kolayca tahmin edebileceğiniz üzere Matte ailesi, Allende’yi deviren Pinochet’in koyu destekçisiydi. Pablo’nun hukuk profesörü babası Hernan Larraín o sıralar henüz siyasete atılmamıştı fakat Pinochet’in baş danışmanlarından, darbe anayasasının mimarı Jaime Guzmán başta olmak üzere, cunta rejiminin önemli figürleriyle yakın dosttu. Pablo Larraín binlerce insanın işkence gördüğü, öldürüldüğü veya sürgüne gönderildiği diktatörlük dönemini büyük bir konfor içerisinde geçirmişti. Santiago’nun sadece zenginlerin yaşadığı banliyösündeki devasa evleri veya tatillerini geçirdiği Güney Şili’nin mavi göl kıyıları, diktatörlüğün koruması altındaydı. Kendi ifadesiyle sadece “şoförlü çocukların” gittiği Katolik okulunda eğitim gören Pablo’nun okul arkadaşları arasında Pinochet’in iki torunu da vardı. Baba Hernan, doksanların başında, 1983’te kurulan Pinochet yanlısı Bağımsız Demokratik Birlik (UDI) partisinden siyasete atıldı. Hernan Larraín’in aktif siyasete atılma sebebi, kendisini eğiten akıl hocası Jaime Guzmán’ın Nisan 1991’de öldürülmesiydi. UDI ile benzer tarihte kurulan, çoğunluğunu Küba’da ve Sovyetler’de eğitim görmüş devrimcilerin oluşturduğu, cunta rejimini silahlı mücadeleyle devirme gayesindeki Şili’nin ilk gerilla hareketi FPMR, Pinochet’in iktidarı devretmesine rağmen intikam gayesiyle Guzmán’ı öldürmüştü. Akıl hocasının ölümünün ardından partiye katılan ve hızla yükselen Hernan Larraín, 2006-2008 ve 2015-2017 arasında UDI’nın genel başkanlığını üstlendi. Pablo’nun annesi Magdalena Matte de siyasete atılmış, sağcı Sebastián Piñera’nın ilk başkanlık döneminde Kalkınma Bakanı (2010-12) görevini üstlenmişti. İkinci Piñera döneminde bu defa babası Hernan Larraín Adalet ve İnsan Hakları Bakanı (2018-2022) olarak görev yaptı.
1995 yılında, La Moneda’nın sokağına Allende heykeli dikilmesi için yapılan oylamada söz alarak Allendedönemini “Şili tarihinin en kötü anları” olarak niteleyen (4) Hernan Larraín, 2013’te, darbenin kırkıncı yılı nedeniyle, geçmişte Pinochet’i desteklediği ve “yapmış olabileceği veya yapmamış olabileceği şeyler” için kamuoyuna bir özür sunmuştu (5). Pinochet dönemini temize çekmeye çalışan Hernan Larraín’in geçmişi, Adalet ve İnsan Hakları Bakanı olarak görev yaptığı dönemde, Şili tarihinin bir diğer karanlık sayfası nedeniyle tekrar gündem oldu: Colonia Dignidad. Almanya’dan Şili’ye göç eden Nazi askeri Paul Schäfer’in 1961’de, Şili’nin güneyindeki izole bir bölgede kurduğu, dikenli tellerle çevrili ve silahlı askerlerce korunan Colonia Dignidad, üç yüzden fazla Alman ve Şililiye ev sahipliği yapan bir Nazi tarikatıydı. 1990’lara kadar varlığını sürdüren tarikat, cunta döneminde, Schäfer ile Pinochet arasındaki dostluk sayesinde bir işkence merkezine de dönüşmüştü. Tarikattaki ailelerin çocuklarının sürekli tecavüze uğradığı “pedofili yuvası” Colonia Dignidad, tahminlere göre, üç yüz kadar rejim muhalifinin “kaybedildiği” bir yerdi. Hernan Larraín, akıl hocası Guzmansayesinde tarikatla tanışmış, hatta Colonia Dignidad’ın Dostlar Kuruluşu’na üye olmuştu. 1990 yılında Pinochet’in ayrılmasından sonra savunmasız kalan Schäfer ve tarikat, birçok davayla karşı karşıya kalmıştı. Bu davalarda Colonia Dignidad’ı savunma görevi ise Hernan Larraín’e düşmüştü. İnsan hakları ihlalleri, cinsel istismar vakaları, kaçırmalar, işkenceler, yasadışı gözaltılar iddiaları kanıtlanmış olmasına rağmen Hernan Larraín ve 15 senatör, delillerin usulsüz toplandığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş ve “Colonia Dignidad’ın işlevlerini” savunmuştu. Schäfer 1997’de Şili’den kaçtı, 2005’te Arjantin’de pedofili suçundan tutuklanarak hapse atıldı ve 2010’da, 88 yaşındayken cezaevinde öldü. İnsan hakları savunucuları birkaç yıl önce yeni kanıtlar eşliğine yeni davalar açtığında, doksanlı yıllarda Colonia Dignidad’ın savunmasını üstlenen Hernan Larraín Adalet Bakanı olarak görev yapmaktaydı. Şili’deki insan hakları dernekleri, adil yargılama süreci için, Hernan Larraín’in istifasını talep ettiler (Netflix’in altı bölümlük belgeseli Şili’de Bir Nazi Tarikatı: Colonia Dignidad (2021) tarikatta yaşananları detaylı şekilde ortaya koymanın yanında, Hernan Larraín’in rolünü gözler önüne sermektedir). Pablo Larraín’in kendini özenle ayrıştırdığı ailesi, Pinochetdöneminde “yaptıkları ve yapmadıkları” nedeniyle, Pablo artık dünyaca ünlü bir yönetmenken bile gündeme gelmeye devam ediyor.
Pablo Larraín’e geri dönersek kendisi ancak üniversiteye başladığında gerçek Şili’yle karşılaştığını belirtiyor. Kendi sınıfından insanların pek tercih etmediği Santiago’daki Güzel Sanatlar üniversitesine giden Pablo’nun sınıf arkadaşlarının çoğu, “sıradan Şilililerdi” ve nerdeyse hepsini ailesi Pinochet rejimi kurbanıydı. “İlk his utançtı” diyor Pablo, ayrıcalıklarının siyasi şiddetle korunduğunu fark ettiğinde. Pinochet dönemindeki işkence merkezleri, gizli hapishaneler, toplu mezarlar, helikopterden Pasifik’e bırakılan cesetler hakkında bilgi edindikçe ailesinin politik tavrından uzaklaşan Pablo, 22 yaşında, kardeşi Hernan Jr.’yla beraber muhaliflerin, işçi sınıfının ve sanatçıların yaşadığı Barrio Brasil bölgesine taşınır. Kız kardeşi Blanca’nın deyimiyle “Pablo öteki tarafa geçmişti”. (6)
Zengin bir aileden gelmenin avantajlarını gören Pablo Larraín, yönetmenliğe atılmadan önce, kardeşiyle beraber, günümüzde Şili’nin en prestijli yapım şirketlerinden birine dönüşen Fabula’yı kurar (Fabula, Pablo Larraín’in bütün filmlerinin yanında, Sebastián Lelio’nun ödül sezonlarına damga vuran Gloria (2013) ve A Fantastic Woman (2017) filmlerinin de yapım şirketidir). Larraín’in 33 yaşında çektiği ilk filmi Fuga (2006), bir travma anlatısı, üstü kapalı bir Pinochet alegorisidir. Sonrasında ise Pinochet Üçlemesi gelir. Kariyerinin ilk döneminde sadece Pinochet’li yılları anlatan Larraín, No ile üçlemesini tamamladığında bir anda Şili’nin kanlı geçmişinin perdedeki en önemli ozanına dönüşür, en azından uluslararası arenada. Ülke içindeyse Larraín’e, ailesinin geçmişinden ve politik konumundan ötürü ağır tepkiler gelir. Şili’nin acılarını satmakla itham edilir, Şili tarihini anlatma hakkının olup olmadığı gündeme gelir... Patricio Guzmán, hayatını riske atarak, sinema tarihinin en iyi belgesellerinden birini, The Battle of Chile’yi (1975-79) çekmiştir. Miguel Littín, ölümü göze alarak Şili’ye sızmış ve Şili’nin ahvalini aktarmıştır. Helvio Soto Bulgaristan’da, Jean-Louis Trintignant ve Bibi Anderson’un da kadroda yer aldığı Santiago’da Yağmur’la (1975) Pinochet zulmünü tüm dünyaya duyurmuştur (Filmin ilk yirmi dakikası, darbe planının aslında Allende’nin seçimi kazandığı gece yürürlüğe girdiğini belirterek Başkan Frei’den CIA’a kadar tüm failleri, hepsi hayatta ve görevdeyken doğrudan işaret eder). Tüm bu isimler Pinochet dönemini yaşamış, aktif mücadeleye katılmış, cunta rejimiyle sanat aracılığıyla mücadele etmişlerdir. O dönemi Pinochet yanlısı olarak konfor ve güven içinde geçiren bir aileden çıkan kimsenin “Şili’nin tarihini anlatma” izninin, yetkinliğinin ve hakkının olup olmadığı tartışma konusu olur.
IV.
Pablo Larraín ile Miguel Littín, birbirine yakın dönemde iki film çekti: No (2012) ve Allende Kendi Labirentinde (2014).* Larraín 1988’deki halk oylaması üzerinden Pinochet döneminin; Littín de hayatının son yedi saati üzerinden Allende döneminin bitişini anlattı. Cunta rejiminin başlangıç ve bitiş noktaları. Pablo Larraín’in “biyografisini” bir kenara bırakıp sadece bu iki filme baktığımızda bile “doğru kişi” olmadığına yönelik ithamların estetik ve politik temeller barındırdığını görmemiz mümkün. Littín, kariyerinin son filminde Allende’nin La Moneda’daki son saatlerini anlatmasını bir borç, ahde vefa olarak niteliyor. Post prodüksiyon aşamasında verdiği bir röportajda Littín (7), Allende’li Şili’nin artık dünyaya mal olduğunu, kimsenin “bilgi açısından” eksiklik yaşamadığını, tüm yargıların kesinleştiğini söylüyor. Ortak bir tarih var (Ayrıca kendisi onlarca delile rağmen ortak tarihe kuvvetli bir itiraz getiriyor: Allende intihar etmedi, darbeciler tarafından öldürüldü). “Tüm insanlık bu yöntemden vazgeçmişken demokratik yolla, seçim vasıtasıyla sosyalizmi gerçekleştirdik. Bizim insanlık tarihine katkımız” diyen Littín, Allendesiz Şili tarihinin bambaşka şekilde yazılacağının, Şili’nin yenilmiş ve boyun eğmiş bir ülke olarak anılacağının da altını çiziyor. Tüm bunlar Şili’nin ve insanlığın ortak tarihi lakin bir de “kişisel tarih” var. Allende’yi bizzat tanıyan, “Şili tarihinin en onurlu dönemine” şahit olan insanların kendi tarihi. Littín’e göre orada bilgi değil “duygu” var. Ülkenin iç savaş yaşamaması için kendini feda eden Yoksulların Başkanı’nın anılarıyla dolu, insanların kendi hafızasında saygıyla yaşattığı bir tarih. Littín de Yoldaş Başkan’ı (1971) çekerken tüm icraatlarına şahit olduğu ve kişisel tarihinde yaşayan Allende’yi, kendisini sadece ortak tarih üzerinden tanıyan şimdiki kuşaklara gösterme gayesinde. O nedenle Allende Kendi Labirentinde karakterinden bir an bile ayrılmayan, tarafını açıkça belli eden, özdeşleşme üzerine kurulu bir eser. (Filmin ilk adı Juan Manuel Serrat’ın aynı isimli parçasından alınan Allende, tu nombre me sabe a Hierba / Allende, Adın Bana Çimen Tadı Veriyor; ilk teaserlar da bu isimle yayınlanıyor fakat kurgu aşamasında isim değişikliğine gidiliyor). Littín açıkça bir “taraf”. Gözlemci değil aktif katılımcı ve filmleri aracılığıyla halka mutlaka bir umut, güç ve cesaret aşılama gayesinde. Alsino ve Akbaba’nın finalinde bütün Latin Amerika’yı Miguel (bize uyarlarsak “Mehmet”) olmaya davet ediyor, Allende Kendi Labirentinde’de gençleri ortak tarihin ötesine çağırıyor... Her zaman söyleyecek bir sözü var. Kendisini Larraín’in Pinochet anlatılarından ayıran ana unsur, yönetmen olarak aldığı politik konum.
Pablo Larraín’in kişisel tarihinde Pinochet/Allende’nin bir yeri yok. Varsa da filmlerinde anlattığının tam tersi bir konumdadır. Larraín Şili’nin ortak tarihini paylaşıyor fakat ortak acının bir paydaşı değil. Güvenli mesafede, korunaklı bir yaşam süren Larraín’in Pinochet filmlerinde, tutarlı bir şekilde, özdeşleşmenin en ufak izi bulunmuyor. Tüm filmleri, birer anti kahraman öyküsü. Tony Manero’daki Raúl Peralta, darbe günlerini fırsata çeviren, soğukkanlı bir katil. Sokakta ne yaşandığıyla veyahut Pinochet/Allende’nin kim olduğuyla en ufak ilgisi yok, tek derdi Saturday Night Fever’daki (1977) John Travolta’nın benzerlerinin yer aldığı dans yarışmasında birinci olmak. Üçlemenin ikinci filmi Post Mortem’deki morg görevlisi Mario Conrejo da gözünün önünde Allende yanlılarının morga yığılmasından veya darbecilerin insanları kurşuna dizmesinden en ufak rahatsızlık duymuyor. Allende’nin otopsisinde bulunması bile içinde en ufak uyanışa yol açmıyor. Tıpkı Raúl Peralta gibi onun da saplantılı olduğu tek bir şey var, karşı komşusu Nancy. No’nun kahramanı René Saavedra, belki bir anti kahraman değil ama Şili toplumuna ve acılarına epey yabancılaşmış biri. Sonradan tüm kariyerini “özdeşleşme” üzerine kuracak Larraín’in Pinochet üçlemesindeki kahramanlarına sempati duymak hiç kolay değil. Larraín için Pinochet’li yıllar bir gözlem alanından ibaret. Kendi toplumuna Kongo’ya gitmiş Batılı antropologlar gibi yaklaşıyor. Laboratuvarda insan deneyleri yapan Nazi doktorlarından bir farkı yok, Pinochet dönemi üzerinden sinematik deneyler yapıyor, “estetik” tasarımlarla uğraşıyor. Üçlemeden El Club (2015) ve El Conde’ye (2023) kadar bütün rejim/kurum anlatıları birbirinden teknik özellikleriyle farklılaşıyor ve hepsi görüntü yönetimleri, kurguları, rejisiyle ön plana çıkıyor. Larraín, Pinochet’i doğrudan gösterdiği tek filminde bile onu bir vampir olarak resmediyor ve işi fantastik sulara taşıyor.
Larraín, toplumu anlatan Littín’in aksine sadece bireylere odaklanan bir yönetmen. Onun laboratuvarı olağanüstü dönemlerden etkilenen bireylerle dolu. Örgütsel mücadele, toplumsal hareketler, sivil toplum filmlerinde kendine yer bulamıyor. Mikroskobun altında, içindeki karanlığın ortaya çıkması için uygun koşulları bekleyen anti kahramanlar var. Larraín’in Pinochet/kurum anlatılarında bireyler kadar topluma dair cümleler kurduğu iki filmi var, ikisi de birçok açıdan eleştirilmeye müsait. No’da Pinochet’i devirmek için uzun yıllara yayılan toplumsal mücadele tek bir noktaya, reklamcılığa indirgeniyor. Filme göre Pinochet’i deviren halk değil, Amerikan tipi reklamcılık. Babası Hernan’ın akıl hocası Jaime Guzmán’ı öldürecek FPMR, Littín’in Şili’ye gizlice girip görüştüğü rejim karşıtları veyahut Şili’nin kuzeyinde Allende’nin hatırasını yaşatan maden işçileri... 17 yıl boyunca mücadele eden hiçbirine Larraín’in No’sunda yer yok, hepsi özenle filmden törpüleniyor. Çünkü bunların hiçbiri, Larraín’in kişisel tarihinde bir yer kaplamıyor. Larraín, El Club’da pedofili meselesi üzerinden hedefe oturttuğu Kilise’yi bile “eski” ve “yeni” olarak ikiye ayırıyor ve bütün günahları Eski Kilise’nin omuzlarına yüklüyor. Bütüncül bir kurum eleştirisi yerine kendi günahlarıyla yine kendisi yüzleşen, modern ve hatalardan ders almış bir Yeni Kilise anlatısı ortaya koyuyor. Filmin Kilise’ye bir kefaret imkânı sunmak dışında bir işlevi yok. Larraín’in biyografisini bir kenara koyup sadece eserlerine baktığımızda bile dört bir yanından biyografisi akıyor.
V.
Pablo Neruda, Jackie Kennedy, Lady Diana, şimdi de Maria Callas... Pablo Larraín çağımızın en önemli biyografi anlatıcısı, bir nevi perdenin Stefan Zweig’i. “20. Yüzyıl Kadınları Biyografik Üçlemesi” ortaya koydu fakat en hoşlanmadığı şey, kendi biyografisinin ortaya serilmesi. “Neden bu filme (El Conde) Margaret Thatcher’ı koydum biliyor musunuz? O adam yüzünden” diyor Larraín, The Economist’te kendi biyografisini çıkaran Simon Willis için. “Birisi çıkıyor, şu beyaz İngiliz beyefendi, sorular yöneltiyor: ‘Pablo’nun, geldiği sınıfa bakarsak, o dönemi anlatma hakkı var mı...’ Bu adam bana nasıl doğru kişi olmadığımı söyleyebilir? Ben Şililiyim, bu benim dünyam. Toplumun bir parçası olarak, yaşadıklarımızı anlatmama nasıl izin verilmeyecek?”. Kariyerinin başlarında, özellikle No döneminde dünya basınına verdiği röportajlarda geldiği sınıfı ve aile geçmişini gizleyen, Pinochet hatıralarına dair soruları geçiştiren (8) Larraín, biyografisinin tekrar tekrar karşısına çıkmasından olsa gerek, bu konularda bir süredir açık ve net konuşuyor. “Larraín biyografisi” çıkartan ve “Beyaz İngiliz olmama” avantajına sahip biri olarak, ithamlarının bazılarını kolayca boşa çıkartma şansım var ama Larraín serzenişinde haklı: Larraín de her Şilili kadar tarihi anlatma hakkına sahip ve kimse o hakkı elinden alamaz. Burada üstünde durulması gereken soru şu: Peki biz tarihi kimden dinlemeliyiz? Miguel Littín’den mi, yoksa Pablo Larraín’den mi? Allende’nin nasıl biri olduğunu, Pinochet döneminde neler yaşandığını Littín, Guzmán, Soto veya İtalya büyükelçiliğinin darbe dönemindeki onurlu duruşunu aktaran Moretti’den mi daha iyi öğrenebiliriz, yoksa dönemi sadece bir gözlem alanı olarak kullanan, en ufak özdeşleşmeye dahi izin vermeyen, soğuk ve mesafeli Larraín’den mi? (Kaldı ki Larraín, Jackie Kennedy veya Lady Diana gibi aristokrasiye ait insanların hikâyelerini anlatırken özdeşleşme kurabileceğini pekâlâ gösteriyor). Larraín “yönetmenlik becerisi” açısından, özellikle enfes gözünü baz alırsak, mezkûr isimlerin hepsinden daha ileride/yetkin olabilir ama bunun herhangi bir önemi yok. Ayrıca kendisinden nefret ettiğim gibi bir sonuç çıkmasın: Neruda’yı, “sınıfına yakışır şekilde” dans üzerinden Valparaíso’ya baktığı Ema’yı, sine-opera sularında gezinen Maria’yı, travma müzikalı Fuga’yı ve tüm apolitik duruşuna rağmen Post Mortem’i gayet seviyorum. Ama tarihi kimden dinlemeliyiz sorusunun cevabı benim için çok basit, çok net. Eğer sizin için cevap yeterince basit değilse veya bu tarz meselelerin salt “aile bağları” üzerinden okunamayacağını düşünüyorsanız, haklılık payınız olabilir ve elinizi kuvvetlendirecek harika bir argüman var: Larraín’in ilk filmi Fuga’nın görüntü yönetmeni, Miguel Ioann Littín-Menz** ve ortak yapımcısı da Cristina Littín. Yani Miguel Littín’in darbeden kaçırdığı, sürgünde büyüttüğü, Şili’ye gizlice girerken son kez vedalaştığı çocukları. Şimdi, Pablo’yu babası Hernan üzerinden yargılayabiliyorsak, Littín’in oğlu Miguel Ioann üzerinden de aklayabilir miyiz? Elbette ki Littín'in çocukları Şili tarihini benden/bizden daha iyi biliyor, muhtemelen yazıda aldığımdan çok daha doğru/hakkaniyetli bir politik konum aldılar ve sizin için doğru referans onlar olabilir ama benim için ikilik hâlâ net.
Kapatırken: Zamanın birinde, dünyanın uzak ucundaki bir diyarda yaşamış kişilere ve olaylara dair, günümüzde hükmü olmayan bir tartışma gibi görünmesi sizi yanıltmasın. Yarın “AKP tarihini kim anlatmalı/kimden dinlemeliyiz” sorularını, muhtemelen sadece bu yazıdaki isimleri değiştirerek biz yönelteceğiz.
Dipnotlar:
* Littín Allende Kendi Labirentinde’yi çekerken, Larraín’in annesi Magdalena’nın -o an görevde olmasa da- bakanlık yaptığı Sebastián Piñera hükümeti baştaydı. Filmin finansmanına hiçbir şekilde katkıda bulunmayan hükümet, Littín’in çekim için La Moneda’yı kullanmasına da izin vermedi. Littín de La Moneda’yla çok benzer yapıya sahip, bir diğer “kolonyal mimari” örneği Venezuela Caracas’taki başkanlık sarayı Miraflores’te filmi çekti. Çekimlerin 17. gününde Sosyalist Michelle Bachelet seçimleri kazanınca Şili’ye dönüp filmin kalanını La Moneda’da çektiler.
** Miguel Ioann Littín-Menz aynı zamanda babası Miguel’in sondan bir önceki filmi, Allende’nin kabinesinin hapsedildiği adada yaşananları anlatan Dawson Isla 10’nin (2010) ve Machuca’nın da görüntü yönetmeni. Birkaç ay önce Miguel Ioann Littín-Menz’in görüşlerini öğrenmek için sosyal medya üzerinden mesaj attım ama geri dönüş yapmadı.
1- https://nsarchive.gwu.edu/briefing-book/chile/2020-10-22/cia-chile-anatomy-assassination
2- Çağdaş Sinema, 1975:24.
4- https://nacla.org/article/resurrecting-allende
5- https://www.bbc.com/turkce/haberler/2013/09/130905_sili_darbe_ozur
7-